Otorite ferdi köleleştirir buhran da yanıltır. İnkılaplarımıza fermanla veya kanunlarla başlayacağımız yerde ruhumuzun heyecanlarını keşfederek başlasaydık ve onları hayatımızla besleseydik, bugün gıpta edilecek bir yerde olurduk.
Geri kalışımızdan doğan neticeleri, gerilememizin sebepleri zannettiler. Kimisi geriliğimizi hükümdarlarımızın istibdadında kimisi devlet şeklimizde, kimisi de dinimizde aradı. Hristiyanlık Batıyı ileri yapsaydı, ikibin yıldan beri oraya aynı din hakimdi, geçmişte de ileri olurdu. Oysa Batı'yı güçlü kılan devlet şekli yada dini değildi. Devlet şekli ona güç vermiş olsaydı, bütün güçlü milletlerin aynı devlet şeklini paylaşmış olmaları gerekirdi.
Sanayisini kurmuş Batılılar için zaruri ihtiyaçlarını karşılamak zor değildi, fakat her gün aynı işi yapmaktan aynı hayatı yaşamaktan sıkılıyorlardı. Geçim sıkıntısı çekmedikleri için de kendileriyle daha fazla meşgul olabiliyorlardı.
Filozoflar mevcut inançları tahrip etmekte iyi başarı gösteriyorlardı, ama açtıkları boşluklara sadece soru işaretleri koyabiliyorlardı. Yıllarca horladıkları akıl inkar edilemeyecek bazı gerçekleri de gün ışığına çıkarıyordu. Giderek aklın başarıları abartıldığından oradan çok geçmeden yerle gök arasında ne varsa, her şeyi açıklayacaklarına inanmaya başladılar.
İnsanları telakkileri ve hayattan bekledikleri yönlendirir. Doğulular genelde hayatta huzuru, Batılılar ise refahı ararlar. Doğuluların bakışlarını iç dünyalarına çevirmelerine karşı Batılılar ilmi faaliyetlerini, hayat standartlarını yükseltmek esasına dayandırırlar.
Hayatın gayesini ihtiyaçların tatmini şeklinde idrak eden insan, maddeye hakim olacağı yerde maddenin esaretine düştü.
Kültürlerin temelinde dinler bulunmaktadır, dinlerin mihrakı da Allah anlayışlarıdır.
Batı'nın normal insanı kendinden kaçar hale geldi, hiçbir şeyi dert edinmeden anını yaşamak telaşına kapıldı, fakat ne vicdanından ne de idrakinden kurtulabildi.
Hıristiyanlarla Müslümanların ilme bakışları farklıdır. Havari Paulus "Tanrı hikmeti aptallığından mı dünyaya açıklamadı" diye sorarken ilmin önüne set çekiyordu. Hıristiyanların mukaddes kitabını okumak ruhban sınıfına aitti. Bu da okuma yazmayı sınırlandırıyordu. Her şeyde olduğu gibi, ilimde de Müslümanlar Allah rızasını gaye edinmişlerdi.
Aslında Batı, Allah'ı inkar etmiyordu. Yaşadığımız kainatın sır dolu halinden dolayı zekası ona bir Yaratıcının olduğunu söylüyordu. fakat onlar kilise ve ruhban sınfının hegemonyasına tekrar düşmekten korktukları gibi "Allah'a inanmakla ne elde edeceğiz?" sorusunu da kendilerine soruyorlardı.
Elbette Allah'a inanmayan birisi de başkalarının haklarına saygılı, ahlaklı olabilir. Ama uymak zorunda bulunduğu kurallarla, menfaati karşı karşıya gelirse, binde kaçı o kurallara uyar?
En yüce değer olan Tanrı bir kenara atıldıktan sonra, bütün öteki değerler de çürür ve boşluğu doldurmak için yalnızca sınırsız bir güç bırakır.
Dikkat edilirse bütün izmler ve rejimler, maddenin üretilmesine ve tüketilmesine dairdir.
Kahvenin menşei Habeşistan'dır. Fakat bir Türk kahvesiyle bir Amerikan, bir Avrupa kahvesi ayrı ayrıdır. Aynı kahveyi toplumların kültürleri değişik hale getirir.