Bizim zamanımızda geçim ucuzdu, sinema kadınlarımıza henüz yeni hayat usullerini öğretmemişti. Tanrı'nın kör kurdundan bile geçmediğine inanılırdı ve bir kör kurdun nafakasına razı olduktan sonra da fukaralıktan korkmaya sebep kalmazdı. Mektepten çıkan ve eli ekmek tutan çocuğu solutmadan evlendirmek o zamanın güzel bir adetiydi.
Ne garip ki, iş istemek için yalvardığım zaman aldırmayanlar, hatta tersliyenler sükut içinde kendi düşüncelerime dalarak yürümeye başladığım vakit bana dikkat ediyorlar, ne kadar uğraşsam saklayamadığım çarpık avucuma onluklar, kuruşlar düşüyor.
Dilenci, vergisini pek küçük küçük taksitlere bağlar ve onu size farkına varmadan ödeti. Önünden geçerken her gün kırk para vermeyi adet ettiğiniz fakiriniz, sizden bir seneliği bir arada, yani üç yüz bilmem kaç kuruşu birden istese kimbilir ne dersiniz?
Mesleğin acemileri ve kabiliyetsizleri dilenciliği yalvarıp yakarmaktan ibaret sanırlar....Hakikat şu ki, insanlar bir hayatın alemini keşfetmekten zevk duyarlar. Saklamak isteidğiniz bir elem veya ayıbı kendi incelikleriyle bulduklarını zannederler. Bütün mesele bu. Sokakta kaçmak ve utanmak suretiyle erkeği peşlerine takan kızlar gibi ben de adeta bu çekinden sükutumla müşterilerimi peşime takıyordum. Aşk gibi dilencilikte de kaçanı kovalıyorlar.
İstanbul'daki sefahatlerimden biri de arasıra çarşı hamamlarına gitmekti. Buralarda insan, renkli peştemalıyle bir nevi Arafat hacısı gibidir, elbiseleriyle beraber hüviyetini de vücudundan atar. Denilebilir ki, tam müsavat ancak hamamdır.
Sevinç insanı kederden de daha fazla cömert yapar. Bunu tecrübelerimle söylüyorum: Çok kere bir nikah, düğün ve eğlence yerinde aldığım para, hastanede, mezarlıkta aldığımı kat kat aşmıştır.
İnsanın bir cenaze arkasında yürüdüğü zaman, dünya hırslarından en temizlendiği zamandır. Fakat, yol uzun sürerse bu çok temiz şeyin ötesine berisine kurt düşmeye başladığını çok gördüm.