13 Temmuz 2015 Pazartesi

KONTROLDEN ÇIKMIŞ DÜNYA / ZBIGNIEW BRZEZINSKI

Kitleler tatmin olmadıkları gerçeklerden kurtulmak için, kendilerini henüz gerçekleşmemiş olan hayali gerçeklere adamak için bu metamitlere sarıldılar. Okuma yazmanın da gelişmesi ile bu metamitlerin politik çekiciliği arttı.

Hitler ve Lenin'in zafer kazanmasını sağlayan asıl unsur kendi çabaları değil, bu çabalarının başarılı olmasını sağlayan o yıllarda Avrupa'da gelişen politik bilincin türüydü. Bu insanların peşinden giden kişileri hissedilir derece ilkel, yarı rasyonel ama son derece duygusal ve kendilerini haklı ve seçkin gören kişiler olarak tanımlamak hiç de abartılı olmaz.

Komünizm de tıpkı Nazizm gibi kurumsal olarak kendi liderlerini bir yaşayan tanrı olarak ilan etmiştir. Bu tapınma Lenin, Stalin, Mao, Kim İl Sung, Çavuşesku ve diğerlerinde olduğu gibi aşırı saçmalıklara ulaşmakla kalmamış, bu kişisel öldükten sonra bile cesetleri topluma açık yerlerde teşhir edilerek de sürdürülmüştür. Böylece toplumun dinsel inançları yerine doktriner açıdan daha doğru olan dünyevi biçimler geçirilmek istenmiştir.

Aşırı tutucu eğilimlerin hakim olduğu İslam dünyasının dışında, evrensel politika sahnesine genellikle tüketim felsefesi ve insanların kendi ihtiyaçlarını en iyi şekilde tatmin etme duygusu, politik eylemlerin en baskın unsuru olarak görünmektedir.

Bir ahlaki öfke sonucu ortaya çıkmış olan komünizm, manevi değerleri reddederek ve ahlakı yalnızca politik bir araç olarak tanımlayarak bütün başarısını maddi gelişmeye bağlamış ve bu konuda da insan yaratıcılığını ve daha doğrusu insan doğasını yanlış tanıdığı için de başarılı olamamıştır....Özel mülkiyetin yok edilmesi ekonomik anlamda bir uyuşukluk getirmiştir.

Bütün gereksinimlerini sihirli bir biçimde karşılayan bir toplumda zorlamaya hiçbir şekilde neden yoktur. Ama bütün gereksinimlerin giderilebildiği bir toplum, aynı zamanda hiçbir ahlaki değerlendirme kriterinin de olmadığı bir toplumdur. İnsanlar layık olmasalar bile canlarının istediğini elde etme haklarını kendilerinde görürler.

Televizyon, ilk olarak görsel ve işitsel efektleri kullanarak iyi bir yaşamın tanımını yapmaktadır. Zafer, tatmin, zevk ve uygun davranışların neler olduğunun standartlarını belirtmektedir. ...bu programlar insanların kendi ihtiyaçlarını nasıl olursa olsun tatmin etmeyi, şiddet olaylarını ve zalimliği haklı göstermektedirler.

Yapay olarak kamçılanmış arzular sonucu ortaya çıkan gereksiz tüketim, yalnızca zengin sınıfları değil, orta sınıfları da etkisi altına almıştır.

Amerika açıkça bir dönem kendini gözlemlemeli ve kültürel anlamda kendisini eleştirmelidir. Ortak paydaları olmayan ve herkesin kendi gereksinimlerini karşılamayı düşündüğü bir toplum sonunda yok olmaya mahkumdur.

Japonlar bir toplum olarak dünyaya ne çekici bir model oluşturuyorlar, ne de uygun bir mesaj iletiyorlar. Homojen Japonya dünyanın geri kalan bölgeleri ile hiçbir benzerlik göstermiyor. Japonya'nın sıkışmış ve kalabalık kentleri diğer ülkelerin özenip taklit edecekleri bir yaşam biçimi oluşturmuyor. Başka hiçbir ülke tarafından konuşulmayan dilleri uluslara uzaklık ve yabancılık hissi veriyor.

Amerika'nın küresel gücü, yine Amerika'nın küreye yaydığı değerler tarafından tahrip edilir.

Danimarka'nın kırsal bölümündeki sosyal yaşam giderek derin kişisel bağlardan ve manevi duygulardan yoksunlaşıyor ve bireyler yaygın bir yalnızlık duygusu ile yaşıyorlar. Bu şartlardaki bir yaşamın dünyanın geri kalan bölgelerinde çekici gelebileceğin söylenemez. Sosyologlar Avrupa'nın diğer bölgelerinde de bu yalnızlık duygusu ve küçük zevklerle avunma alışkanlığının giderek politik bir can sıkıntısına dönüşeceğini belirtmektedir.

Batının entelektüeli arasındaki hakim inanç; din artık yok olan, mantıksız ve işlevsiz bir unsur haline gelmiştir.

Eğer insanlık kendi geleceği hakkında söz sahibi olmak istiyorsa, insan ruhundaki bu küresel kriz giderilmelidir. Fanatik kesinliklerin egemen olduğu bir dünyada, ahlak fazlalık olarak görünebilir. Ama ihtimallerle dolu bir dünyada, ahlaki zorunluluklar güvenin başlıca, belki de yegane unsurudur.

Amerikan toplumu eğer şu anda baskın kültür olan aşırı tüketim ahlakının özünü savunmaya devam ederse, ne ahlaki anlamda ne de pratikte ekonomik anlamda dünya için bir model olacaktır. Çünkü bu modelde çoğunluk olan ama giderek fakirleşen bir kitle, anlamlı sosyal katılımların dışında kalmaktadır. Yalnızca maddi arzuların giderilmesi ile uğraşan bu çabaların devamı insanoğlunu bölen objektif ve subjektif uçurumun daha da artması ile sonuçlanacaktır.

Amerika misyoner içgüdülerine gem vurup gücünün sınırlarını tanımayı öğrenecek, Japonya dünya pazarı üzerindeki tekelci eğilimlerini sınırlayıp yüksek teknoloji hırsına gem vuracak. Avrupa da özellikle eski komünist devletler konusunda artık yalnızca kendi iç işleri ile uğraşmayı bir yana bırakıp daha geniş dış sorumluluklar almaya istekli olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder